Barselona‘ya yeni ayak basmıştık. Otele gitmeden önce araçla şöyle bir şehri gezdiriyordu rehberimiz. Hava şahaneydi. Binaları ve kadınları ise ondan da şahane! Mimar Antoni Gaudi‘nin dâhiyane eserleri, İspanyol ve Katalan kadınların saçtığı ışık hepimizin gözünü almıştı.

Hayran hayran çevreyi incelerken trafik ışıklarında bekleyen bir şey, daha doğrusu bir kişi dikkatimi çekti. Ayağında sandalet, sırtında sırt çantası, üzerinde de ten rengi bir…hımm…bir…HİÇBİR ŞEY! Adam resmen hiçbir şey giymemiş! Bildiğiniz anadan doğma, çırılçıplak! Öylece ışıkları bekliyor, yanında çoluk çocuk, bir sürü normal giyimli insan. Nasıl duruyorlar yan yana? Niye kaçıp gitmiyorlar? Neden kimse duruma el atmıyor?

“Bakma oraya Buket, çevir kafanı. Ayıptır yahu, git başka şeylerle ilgilen!” Beynimin içinde biri bana bunları söylüyordu ama ağzımdan hem de avaz avaz “Aman Tanrım adam çırılçıplak, herkes trafik lambasının oraya baksın!” diye çıkıverdi. Araçtaki herkes Garfield misali yapıştı cama. İki kişi hariç, şoför ve uzun yıllardır orada yaşayan rehber. Bu çıplak adam deli miydi acaba? Öyle olsa diğer insanlar niye korkmamış, niye kaçmamışlardı ki? Çünkü adam deli filan değildi, daha doğrusu değilmiş. Belki de deli olan bizdik! O adam İspanya’da bolca bulunan nudistlerden biriymiş sadece…




Nudizm veya Naturizm kişilerin vücutlarını rahatlıkla sosyal olarak çıplak bir şekilde bir arada ve doğa ile bütünleşmiş olarak bulunabilmeleri halidir. Seksüel bir anlam taşımamaktadır. (Wikipedia’dan alıntıladım)

Bu insanlar oldukları haliyle topluma dahil olmuş, kabul edilmiş. Özel plajları, spor salonları, yoga dersleri bile var. Okuduğum bir röportajda çırılçıplak spor yapmanın sakıncalı olduğunu, teri emecek bir kıyafet giymenin sağlık açısından gerekli olduğunu yazmışlardı. Yani yürürken çıplak olmak kabul ama spor yaparken mi problem? İspanya için kabul edilebilir olan bu çıplaklık durumu bizim için fevkalade anormal. Ne kadar ilginç değil mi? Doğruları da yanlışları da yaşadığımız toplumlar yaratıyor. Aslında ne giydiğimizin önemi var mı gerçekten? Alışınca çırılçıplak bile olsanız kimse dönüp bakmıyor

Gaudi

The Alan Parsons Project’in “La Sagrada Familia” şarkısına bayılırım. Yıllar önce konservatuardan mezun olmaya çalışan abim bağıra bağıra söylerdi bu şarkıyı. Defalarca dinlerdi, dinletirdi orkestrayı müthiş bir heyecanla. Bak şimdi nefesli çalgılar girecek, piyanoyu dinle, şimdi keman geliyor, hele bir de saksafon başladı mı fırlardı ayağa, ağzıyla saksafon sesi çıkartırdı. Ben bir hap gibi yuttum 9 dakikalık “La Sagrada Familia’yı”. Adı “Gaudi” olan bu albüm, İspanyolların dahi mimarı Antoni Gaudi’ye ithaf edilmişti. La Sagrada Familia (Kutsal Aile), 1882 yılında Gaudi tarafından yapımına başlanılan ancak bir tramvayın altında kalarak yaşamını yitirdiği için tamamlanamayan bazilikanın (bir çeşit kilise) adıdır.




Bu bazilika tam anlamıyla bir şaheserdir. Ve ben utanarak itiraf ediyorum ki, bu şaheserin içine girememiştim. Sadece bu sebeple bile yeniden Barselona‘ya gitmem gerekiyor. Çünkü kilisenin içi en az dışı kadar sıra dışı. Dallı, budaklı ağaç şeklindeki kolonların arasında yürürken adeta ormanda olduğunuz hissi oluşuyor(muş). Yapımı halen devam eden La Sagrada Familia’nın 2026 yılında bitirileceği düşünülmekte.

Bitmeyen kilise La Sagrada Familia

Passeig de Gracia Bulvarı’ndaki Gaudi‘nin tasarladığı binalardan Casa Batlló, dış cephesinde kullanılan kemik şeklindeki ince kolonları, çatısı, mozaik bacası, vitray pencereleriyle Gaudi’nin görülmesi gereken eserlerinden biri. Yine aynı bölgede bulunan Casa Mila da hayal gücünün ne kadar geniş olabileceğini ya da Gaudi’nin Kapadokya’dan nasıl esinlendiğini ispatlarcasına yapılmış. Gaudi’nin Kapadokya’dan esinlendiği konusu bir rivayet çünkü böyle bir şeyi hiçbir zaman dile getirmemiş. Ancak Kapadokya’daki mağara evleriyle Casa Mila’nın fotoğraflarını yan yana koyduğunuzda benzerliği siz de fark edeceksiniz. Aynı şekilde diğer yapıtlarının bacaları, kuleleri de ne hikmetse peri bacalarını andırıyor. Gaudi neredeyse tüm eserlerinde kavisli, dalgalı, kıvrımlı, asimetrik çizgiler kullanıyor. Doğada düz çizgi yoktur anlayışıyla eserlerini yaratıyor.




Peki ya nedir bu Park Güell‘in durumu? Ben diyorum ki Gaudi bu defa doğadan değil kremalı pastadan ya da bir şeker dükkânından ya da Hansel ve Gretel’den esinlenmiş. Elinize alın bir şişe krem şanti, binaların çatılarına sıkın, bahçe duvarlarını da dalgalı yapıp üzerine mozaik döşeyin ve işte karşınızda Park Güell! 1914 yılında Güell ailesi için soyluluk göstergesi olarak yapılan bu park renkleriyle, dokusuyla, çizgisiyle adeta enerji ve neşe saçıyor.

Gece hayatı

Gece ayrı, gündüz ayrı dolup taşan Barselona plajlarında olup bitenler dillere destan. Plajlardaki gece kulüpleri gençler ve genç hissedenler için şiddetle tavsiye ediliyor. Barselona gece hayatı sadece plajlarında değil şehir merkezinde de oldukça hareketli. Biz Buda Bar’a gitmiştik. Hem de Latin Amerika gecesinde…Rio Festivali’nden Barselona’ya transfer olan dansçılar karşılamıştı bizi. Çok eğlenmiştik. Maalesef siz eğlenemeyeceksiniz, çünkü kapanmış.

Akvaryum meraklıları Barselona Akvaryumu’nu, resim meraklıları Picasso Müzesi’ni, futbol meraklıları ise “Camp Nou” Stadı’nı mutlaka görmeli.




Ve gelelim en sevdiğim bölüme, yani yemeğe:

İlk salyangozumu Barselona‘da yemiştim. Pişmiş salyangozun tadı mantara benziyor. Mantar seviyorsanız, bunu da seversiniz. Bize yemekte eşlik eden İspanyol bir arkadaş evde pişirmek üzere aldıkları salyangozların paket delinince nasıl duvarlara, tavanlara tırmandıklarını, mutfağa girdiklerindeki şok edici manzarayı ve onları geri toplamanın ne kadar güç olduğunu anlatınca sinirim bozulmadı değil. Ayrıca itiraf ediyorum başka ülkelerde yediğim salyangozlar çok daha lezzetli idi. Salyangoz Barselona’da illaki de yemek zorunda olduğunuz şeylerden biri değil.

Yemeniz gereken şey; tartışmasız deniz mahsullü sıkı bir paella. Paella aslında mutfaktaki arta kalan malzemelerden yapılan bir çeşit safranlı pilav.

İçine ellerine geçen her şeyi koyabiliyorlar, ama en başarılısı kesinlikle deniz mahsullü olanı. “7 portes” ve 1825 yılından beri hizmet veren tarihi “Los Caracoles” güzel Paella yiyebileceğiniz iki restoran.

Tapas: İspanyol mezesi. Ama öyle bir meze ki bazen bir öğünün yerine geçebiliyor. Deniz mahsullerinden, ufak ekmek dilimleri üzerinde servis yapılan mezelere kadar çok çeşitleri var. Nerede yiyeceksiniz? Barselona’nın en iyi tapasçısı olarak “Ciudad Conda” gösteriliyor. Gidip bir deneyin. Son karar sizin tabii.




Sangria: İçinde taze meyveler bulunan bir çeşit şarap kokteyli. Tatlı bir içkidir. Sürahide gelir ve ben bayılırım.

Ve finali şarapla yapalım. İspanyollar şarap konusunda oldukça iddialılar. Eğer vaktiniz varsa Barselona’ya yaklaşık 1 saat uzaklıkta olan, yüksek kayalıklar üzerine kurulu tarihi Monserrat şehrinde hem Siyah Meryem’in olduğu katedrali hem de şarap mahzenlerini gezip, şarap tadımı yapabilirsiniz. Şimdiden iyi eğlenceler.

Not: Bu yazı Medya Günlüğü‘nde daha önce yayınlanmıştır.

Yorum yaz

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi giriniz