Sudaki koca bağırır:

– Koooş Buket koşşş!
– Hayrola, bir yerine bir şey mi oldu?
– Fotoğraf makinası, video kamera ne varsa getir hepsini.
– Ay, bekleyiver iki dakika.
– Yahu koşsana, kaçıyor!
– Ayy panik etmek beni, tabakhaneye mi yetiştireceksin fotoğraf makinasını?
– #@-! …KÖPEKBALIĞIII, KOŞŞŞŞŞ!


İnanılır gibi değil! Adam konuşa konuşa çağırdı köpekbalığını. Ne demiş atalarımız? “40 kere söylersen olur!”

İlk olarak İstanbul-Dubai uçuşundaki hostesle başladı köpekbalığı muhabbeti. Maldivler‘de köpekbalığı var mıymış, tehlikeli miymiş, ısırır mıymış?

Yok, canım! Ne işi var Hint okyanusunda köpekbalığının? Hem varsa da çok uysaldır eminim. Başını filan okşuyorsundur. Kedi gibi kıvrılıyordur dizinin dibinde. Böyle soruya böyle cevap! Sorulacak soru mu bunlar? Hem de hostese? Gerçi hostes de fıstık gibiydi, 90-60-90.

Emirates‘e özel, kırmızı tondaki rujunu sürmüş. Dişler inci gibi, gülümseyince öyle parlıyor ki, gözünüzü kısmak zorunda kalıyorsunuz. Ayrıca hanım kızımız Araplar’a hoş görünüyor olmalı, sarışın, renkli gözlü. Bizimki konuşmak için bahane yaratmaya çalışmış da olabilir. E, haklı adam. Hem güzele bakmak sevaptır; güzelle konuşmak da daha iyi bir şeydir herhalde..?! Sonra Dubai- Male uçağında yine aynı muhabbet. Bu defa hostes o kadar iddialı değil.

Foto: Ibrahim Asad@Pexels

Neyse ki bindiğimiz son uçak bir su uçağıydı ve konuşmaya hiç elverişli değildi. Uçaktan ziyade pervaneli minibüse benziyordu. Motor öyle yüksek ses çıkartıyordu ki birbirimizi bile duyamazdık, eğer konuşuyor daha doğrusu konuşabiliyor olsaydık. Uçak yükseldikçe büyülendik, dilimiz tutuldu.

Dışarıyı seyrederken dedim ki “Aşağıdaki manzara gerçek olamaz; kesin bir yağlı boya tabloya bakıyorum.” Sanki biri fırçayı alıp rastgele sallamış; boya damlalarını her yere saçmış. Beyaz, turkuaz, yeşil, lacivert renkler hare hare, dalga dalga dağılmış, lekeler oluşmuş. Gün olmuş her bir leke bir adaya dönüşmüş. Acayip, mucizevi bir manzara!




Bizim pırpır uçak suya inip de kalacağımız Medhufushi’ye varınca çözüldü dilimiz. Otelin girişinde kokteyllerimizi yudumlarken bizimki yine sordu garsona “Köpekbalığı var mı?” diye. “Var.” dedi garson. “Oh be!” dedim “Rahatça korkabiliriz artık.”

Bungalova geçtik, ben daha bavulun kapağını yeni açmıştım ki bizimki kaşla göz arasında mayosunu giymiş ve atlamış suya. İki dakika geçti geçmedi başladı bağırmaya “Köpekbalığı, koş gel” diye. Koştum tabii. Oldukça minnoştu misafirimiz. Ama onun bir yerlerde anası babası da vardır. Ben de hemen giyinip, şnorkelimi alıp daldım. Daldım dediğime bakmayın. Maldiv’de kilometrelerce yürüyebilirsiniz okyanusta. Su neredeyse diz boyu, çok sıcak ama renk muhteşem bir turkuaz sonra bir anda derinleşiyor ve rengi koyu lacivert oluyor. Neyse suya girince beni de karşıladı minnoş bir köpekbalığı. Ne kadar minnoş olursa olsun köpekbalığı köpekbalığıdır, bir korku bastı içimizi. Zaten sahilde bizden başka kimse de yoktu. Başımıza bir şey gelse kimden yardım isteyecektik?

Foto: WikimediaCommons

Sabah kahvaltıda kara kara “bu iş böyle olmayacak, yalnız dalmasak” derken bir broşür gördük. Meğer “şnorkelle dalma turu” varmış. Tüple değil şnorkelle olduğuna göre yine adanın bir kıyısından daldırıyorlardır herhalde diye düşünüp yazdırdık kendimizi. Bizimki yine garsona sordu köpekbalıklarını. Garson gülerek “Korkmayın, bir şey yapmazlar” dedi. Adamın kafasına güneş filan geçti herhalde. Ne demek bir şey yapmazlar? Kedi balığı mı bu? Eşim de işkillendi artık durumdan. Garson anlatmaya devam etti. Geçenlerde, bizi bugün dalmaya götürecekleri kıyıda, bir İngiliz turistin yanından bilmem kaç metrelik bir köpekbalığı geçmiş. Turist kollarını çırpmamış, bizim balık da saldırmamış. “E, kolları hareket ettirmeden nasıl su üstünde duracağız?” diye sordu bizimki. “Paletle tabii” dedi garson. Şöyle bir birbirimize bakıp gülmeye başladık. Benim paletim vardı da, bizimkinin ayaklar 46-47 numara. Ayakların doğal hali zaten palet gibi olunca “gerek yok bana” demişti. Şimdi anladık ki yine de gerek varmış. Koşa koşa sörf okuluna gidip palet kiraladık.

Dalma saatinde otelin önündeki iskelede buluştuk diğer misafirlerle. Ufakça bir tekne geldi aldı bizi. Teknede Japonlar, Almanlar, kollarında acayip saatler, aparatlar… Ne olduğunu anlayamadık. Altı üstü şnorkelle kıyıdan dalacağız, ne gerek var bu kadar teferruata? Bizim öyle dalmak gibi bir hobimiz yok. Sadece merak ettik, görmek istedik o kadar. Salı pazarından alınma şnorkel setlerimizle, şıkır şıkır takıp takıştırmış Japonların karşısında kurbanlık kuzu gibi oturmuş bekliyoruz.




Bizim tekne açıldıkça açılıyor. Görünürde ne ada kaldı, ne de başka bir kara parçası, sadece uçsuz bucaksız Hint okyanusu. Herhalde başka bir adaya götürülüyoruz diye fısıldaştık aramızda. Derken tekne yavaşladı ve durdu. “Hayırrr! Bizi burada indiriyor olamazlar. Burası resmen okyanusun ortası?!” Kaptan konuşmaya başladı “ikişerli grup olun, birlikte dalın, sakın birbirinizden ayrılmayın, bir saat sonra alacağız sizi” “Dalga geçiyor di mi? Bir bana bunun şaka olduğunu söylesin. Biz kıyıdan grupça dalacağız sanmıştık.” Yok, şaka değilmiş. Ciddi ciddi burada atlamamız gerekiyormuş. Suya baktım, lap lacivert suyun ortasında bir yeşillik gördüm. Meğer okyanusun içinde de dağ olurmuş. Bu da dağın tepesi imiş, üzerinde de envaiçeşit mercan. Evet, suyun dışında gözüken bir kara parçası yok ama belli bir noktası oldukça sığmış.

Foto: Bru-nO@Pixabay

“Battı balık yan going!” diyerek atladık suya, mercanların arasına… Eğer su altında konuşabiliyor olsaydık kesin şöyle şeyler duyacaktık “Ooo mein Gott! Sugoi! Vay anasını sayın seyirciler…!”

Daha önce böyle bir şey görmediğime yemin edebilirim. Gökkuşağının tüm renkleri suyun altında! Su yutmayacağımı bilsem ağzım açık seyredeceğim çevremdekileri. Mavi, sarı, yeşil, kırmızı… Okyanus yerine bir akvaryumun içine atlamış olabilir miyim? Yüzlerce rengârenk balık çevremde dönüyorlar. Elimi uzatsam sevdirirler mi acaba? Başım dönüyor zevkten. Okyanusun altında yüksek bir dağın tepesindeyim.

Mercanların üstüne basabilsem bulunduğum yer boy bile olabilir. O kadar aydınlık ki o kadar renkli ki. Her şey çok güzeldi, ta ki arkamı dönünceye kadar. Önüm ne kadar renkli, ne kadar aydınlıksa, arkamda o kadar karanlık, simsiyahtı. Okyanus güneşi yutmuş, yok etmiş. Eğer şu anda ben bir dağın tepesindeysem, baktığım yer de kilometrelerce derinlikteki bir uçurumdu. Ayağım kayar ve uçuruma doğru sürüklenirsem ölür müyüm? Aşağıda ne var ki? Hiçbir şey göremiyorum. Korkmaya başladım. Panik süratle tüm vücuduma yayıldı. Kalbim hızlandı, çok hızlandı. Nefessiz kaldım, çünkü tutuyordum nefesimi. Noluyor bana? Panik atak mı bu? Hemen su üstüne çıktım. Bizi bırakan tekne gittikçe uzaklaşıyordu. Dehşete düştüm. Deli gibi bağırmaya başladım geri gelsin diye. Duyan olmadı. Yeniden suya dalıp bizimkini de su üzerine çıkardım. Dedim ki “Genç yaşta dul kalmak istemiyorsan beni tekneye götür.”




Ve o simsiyah Hint okyanusunda bizden uzaklaşan tekneye doğru yüzeye başladık. Mercanların bulunduğu yer sığdı en azından, şu anda altımızdan kim bilir neler yüzüyordu? Neyse ki teknedeki biri bizi gördü ve geri döndü. Ben tekneye çıktım, bizimki tekrar atladı suya ve yüzdü mercanlara

Çok korktum, gerçekten çok korktum! Ama garip bir şekilde korku merakımı tetikledi. Merak ettikçe de su dünyası beni içine çekti. Hayret verici bir şekilde balina hayranıyım şimdi. Öyle ki suda karşılaşırsam kafalarını bile okşayabilirim sanki ya da okşayamam direk kalp krizi geçiririm. İyisi mi ben yine tekneden izleyeyim onları.

“Hayat dediğin ya cesur bir maceradır ya da hiçbir şey!” demiş Helen Keller. Siz yine de ne olur ne olmaz bir check-up yaptırın maceraya atılmadan önce.

Sevgiyle kalın,

Bu yazı ilk kez Medya Günlüğü‘nde yayınlanmıştır.
Ana görsel: Mohmd Xan@YouTube

Yorum yaz

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi giriniz