‘Alçak ülke’ Hollanda

– Arkadaşlar Merhaba, Amsterdam‘a hoş geldiniz!
– Hoş buldukkk.
– Birazdan emniyetiniz için hepinize can yeleği dağıtacağız. Korkutmak gibi olmasın ama şu anda deniz seviyesinin altındayız.
– Ne can yeleği kardeşim? Basbayağı karadayız. Bak işte, gayet de basıyoruz toprağa.

Evet, karadaydık ama deniz seviyesinden yaklaşık üç metre daha aşağıdaki bir karada. Boşuna Netherland “Alçak ülke” dememişlerdi buraya.

– Yapma yahu, tsunami musunami filan olmaz di mi burada? Gezelim görelim derken güme gitmeyelim?

Korkulmayacak gibi değil. Şöyle oturup düşününce insanın aklı almıyor. Madem denizden daha alçaktayız, su basması gerekmiyor mu? Gerekiyor da, adamların kafa çalışıyor, halletmişler işte. Su ile mücadele ede ede bu işin de piri olmuş Hollandalılar.

Kuzey Denizi’ni setlerle, kapakçıklarla çevreleyip, ana karayı koruma altına almışlar. Şehir; denizden toprak kazılarak, suyu kurutarak, kil ve kumun üstüne kazıklar çakılarak kurulmuş. Zamanında Napolyon buralara kadar gelip “Bu sulak yerden bir halt olmaz!” demiş. Bugün dünyanın üçüncü büyük tarım ülkesi olan Hollanda‘yı verimsiz bulup, geri çekilmiş.

Topraktaki suyu kurutmak için binlerce yel değirmeni kullanmışlar. Bazılarını bugün eve çevirmişler. Değirmen evler, Şirin Baba’nın mantar evinin bir kopyası adeta. Hatta ondan çok daha şirin.  İnsanın içinde müthiş bir sempati, mutluluk, huzur uyandırıyor.

Bu Amsterdam seyahati, 10 kişilik grubumuzun geleceğe dair planlarını oldukça değiştirdi. Hayatının geri kalanını bir yel değirmeninde ya da nehir gemisinde yada bisiklet kullanarak geçirmek isteyenlerin yanı sıra bir de “İnek olmak istiyorum!” diye tutturanlar oldu. Bildiğiniz, gerçek, Hollanda‘da yaşayan bir inekten bahsediyorum. Uçsuz bucaksız yemyeşil ovalarda yüzlerce akrabasıyla nasıl özgür, nasıl mutlu olduklarını görseniz, siz de inek olmak isterdiniz. Öyle huzur dolu, öyle muhteşem bir tablo ki, araçtan inip ovada onlarla otlayası geliyor insanın. 

Hollanda’da yaşayan bu şanslı “Fritz” ya da “Holstein” cinsi inekler hem mutluluktan hem de soğuk ve nemli havadan olsa gerek yılda 8.000 – 20.000 litre arası süt veriyorlar. Hey maşallah!

Yolumuza devam ediyoruz. İnekli ovayı, deniz üzerinde giden otoyolu geçtik ve “Marken” diye cennetten çıkma bir adaya geldik. Ben başta olmak üzere çığlık atan atana…

Yemyeşil bir ova düşünün, içinden bir sürü kanal geçiyor, çevresinde küçücük müstakil evler… Evlerin birinci katı genelde tuğla, ikinci katı rengarenk ahşapla kaplı. Doğayla uyumlu olması için genelde yeşile boyanmış. Evler küçücük ama pencereleri kocaman. Her pencerede kenarda toplanmış dantel perdeler asılı. Sanki yoldan geçenlere görsel şölen oluşturmak için pencere önüne simetrik olarak vazolar, çiçekler yerleştirilmiş.

Bahçelerinde ferforjeden ahşaba küçük şirin bahçe mobilyaları, minik heykeller, el arabaları, rengarenk çiçekler, ortancalar, mevsimlik çiçekler… Evlerin cephelerine ortamı daha da sıcaklaştırmak için asılmış çeşit çeşit aksesuarlar, fenerler, resimler…

“Marken” denilen bu ada, adeta güneş gibi parlayıp, gözlerimizi kamaştırdı. Bu ışıltı yine de çiçekleri ve çalıları kaplamış olan örümcek ağlarını görmemizi engelleyemedi tabii.

Bizi şaşırtan örümcek manzarası karşısında “Doğaya ne kadar da saygı duyuyorlar, örümceklere zarar vermemek için bahçedeki ağlara bile dokunmamışlar.” diye düşünürken, Hollandalı bir arkadaş bunun sadece doğayı korumak için değil, kendilerini sinekten korumak için izledikleri bir yol olduğunu anlattı. Tabii ya! Bizde olsa tüm gölet ve kanal kenarlarında vızır vızır sinekler uçar, oturamazsınız durgun su kenarında. Çünkü biz, çevredeki örümcek ağlarını “Ay ne kadar bakımsız duruyor” diyerek temizleyiveririz. 

Seyahate gittiğimiz arkadaşlarımız içinde inek olmanın yanı sıra kendini peynir teknesine atıp, ömrünün sonuna kadar orada yaşamak isteyenler de oldu. Neyse ki ülkemizin eşsiz Ezine peynirini hatırlatarak zor bela eve dönmesi için ikna etmeyi başardık. Peynir konusu muazzam gerçekten de. Gouda‘dan Edam‘a islisi, fesleğenlisi, sarımsaklısı, kimyonlusu…binbir çeşit peynir içinde insan kendini kaybediyor gerçekten de. Bizim alışveriş yaptığımız “Henri Willig” in peynir firmasının Hollanda’da tekel olduğundan şüpheleniyorum. Nereye gitsem hep aynı markayı görüp durdum.

Adamlar günde 20 ton peynir satıyorlarmış. Üstüme iyilik sağlık! Bu Hollandalılar su içmek yerine peynir mi yiyorlar acaba? Belki de uzun boylarının sırrı sütten geçiyordur, kim bilir.

Devler ülkesi Hollanda’da hepimiz cüce gibi kaldık. Kadınlarda ortalama boy 1.85, erkeklerde 1.92 imiş. İnsanların yüzüne bakmak için kafamı kaldırmaktan vallahi boynum tutuldu. 

Dev Hollandalılar uzun oldukları kadar oldukça sağlıklı ve heykel gibiler. İşin sırrı bisiklete binmek olsa gerek. Herkes, her türlü hava koşulunda, her yere gitmek için bisiklet kullanıyor. Vızır vızırlar. Trafikte de üstünlük onlarda. Bir yaya olarak arabalar tarafından kollandığınız halde, bisikletler tarafından anında biçilebilirsiniz. Çok dikkat etmek gerekiyor.

Turistlerin ilgisini çeken diğer bir konuda yasal olarak satılan hafif uyuşturucular. Serbest olduğu için olsa gerek Hollanda halkı tarafından çok da ilgi görmüyor. Bunlar sadece “Coffe shop”larda değil, kurabiye, şeker ya da çikolata formuyla bakkallarda, çiçekçilerde, her yerde satılabiliyor.

Bir de dünyaca ünlü, 250 yıllık “Red Light District” mevzusu var tabii.  Burası da yasal ve 24 saat polis korumasında bir genelev bölgesi. Üniversiteyle iç içe, Amsterdam‘a gelen neredeyse tüm turistlerin rehber eşliğinde gezdirildiği bir yer.

İnsan hakları ve özgürlük konusunda başı çeken ülkelerden biri olan Hollanda, temel içgüdülerimizden biri olan üreme ihtiyacının da beslenmek kadar doğal ve kontrollü karşılanması gerektiğini düşünüp bu işi yasallaştırmış.

Gerçi düşünce özgürlüğünü savunan aynı Hollanda, Hitler’in” Benim Kavgam” kitabını yasaklamış. Bu da “acaba dünyada gerçekten fikir özgürlüğünü destekleyen bir ülke var mı?” sorusunu insanın aklına getiriyor.

Yukarıdan dünyaya bakma şansımız olsaydı, acaba her yerde aynı düzen olduğunu mu görecektik? “Güç kimdeyse kuralları o koyar, inançlarını topluma çaktırarak ya da çaktırmadan empoze eder” mi diyecektik? Zamanla ve ülkeye göre değişen tek şey, gücün hangi elde olduğu ve hangi şiddette uygulandığı mıdır sizce?

Bu seyahat bunları da düşündürttü işte…

Yine de güler yüzlü insanlarıyla, sakinliğiyle, ovalarıyla, kanallarıyla iliklerimize kadar “huzur” dolduğumuz bir yer oldu Amsterdam. Görülmesi gerek yerler listeniz varsa Amsterdam’ı eklemenizi tavsiye ederim.

Bu yazı Medya Günlüğü‘nde daha önce yayınlanmıştır.

Buket Başer: